1980’li yıllarda yaşanan yüksek gerilimli politikalar sonucu yitirilen değerler, insanların içini burkan ve büyük üzüntülere ve acı travmalara terk eden gerginliklerin dehşetini, duygu ve atmosferlerini ancak o dönemleri yaşayanlar daha rahat anlayabilirler.
6 Eylül 1980 Konya Kudüs Mitinginde yaşanan izdiham ve 12 Eylül 1980 Sabahı saat 5.30’da Aşağı Ayrancı, Gül Apartmanındaki ikametgâha gelen görevlinin Kenan Evren ‘in tebligatını sunması ve Prof.Dr. Necmettin Erbakan’ın aynı gün uçakla İzmir/Uzun Ada’ya götürülmesi ve akabinde yaşanan gelişmeler çok düşündürücü ve dikkat çekici idi. Prof.Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın bu zor imtihanda sabır örneği göstermesi, ister istemez bizlere Şeyhülislam Es Seyyid Hasan Hayrullah Efendi’nin Taif’e sürgüne gönderilmesiyle ilgili yaşam öyküsünden kesitleri hatırlattı.
Taif’e sürgüne gönderilen Şeyhülislam Es Seyyid Hasan Hayrullah Efendi, eşi Fatma Zehra Hanım’a Ağustos 1885 tarihinde gönderdiği ve “İffetlû Haremim Fatımat üz-Zehra Hanımefendiye” diye başlayan mektubunun zarfı üzerinde kendi el yazısıyla yazdığı “Bimennihi Teâlâ Dersaâdette, Boğaziçi’nde, Kuruçeşme’de Esbak Şeyh ül Harem Hayrullah Efendi’nin haremli iffetlû Fâtımat üz-Zehra Hanımefendi’ye reşide bad”adresi, üç Osmanlı Sultanına şeyhülislamlık yapmış, Dersaâdet’te bulunmuş, Boğaziçi’nde, Kuruçeşme’de ikamet etmiş, bu önemli simanın sürgünden sonraki hayatının adeta seyr ü seferini zarfın üstündeki cümlelerle özetler nitelikteydi.
Türkiye’nin sanayileşme hamlesini başlatan ve Türkiye’yi kalkınmış ve güçlü bir ülke haline getirme gayretiyle ”Yeniden Büyük Türkiye” ile başlatılan siyasi serüven, 12 Eylül sabahı İzmir/Uzun Ada’da son buluyordu.
Birkaç yıl önce, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen Bey’e yaptığımız ziyaretten sonra, köşkte baş danışman olarak görev yapmakta olan Merkez Bankası eski Başkanı Durmuş Yılmaz Bey’i de bu vesileyle ziyaret etme fırsatımız oldu. Kendisi 2009 yılında Euro Money dergisi tarafından “Yılın Merkez Bankası Başkanı” seçilmiş, konusunda büyük otorite olarak bilinen uzman bir bürokrattı. Orada kahvemizi yudumlarken, yanımızda Prof.Dr. Arif Ersoy Bey gibi bir şahsiyet te olunca söz ister istemez ekonomiden açıldı. Orada Yılmaz Bey’in; “Eğer Erbakan’ın temelini attığı ve başlattığı ağır sanayi diğer iktidarlar tarafından da sürdürülmüş olsaydı, şu anda Türkiye’nin cari açığı hiç olmayacaktı. Âmâ ne yazık ki, Türkiye bu önemli treni kaçırdı ”ifadesi çok anlamlı idi. Evet, bunu söyleyen Merkez Bankası’nın en tepe noktasında yer almış ve ekonominin gidişatını en iyi analiz edebilecek düzeyde olan bir kişi bu gerçeği buğulu gözlerle itiraf ediyordu. Orada bu konuşmaları dinlerken, ister istemez 12 Eylül 1980 serüveni gözümün önünde bir film şeridi gibi geçti. Evet, “Erbakan gerçekten haklıymış”. O dönemlerde Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da, adeta kötü gidişatın sorumlusu kendisi değilmiş gibi rant ekonomisine ve inşaat sektörüne dikkat çekerek, bu durumun kolay para kazanmanın önünü açtığını ve sanayinin payının azalmasına neden olduğunu ve artık sanayiye yönelmemiz gerekir şeklinde vurgulama yapması, aslında üstü örtük olarak da olsa Sayın Durmuş Yılmaz’ın sözünü doğrular nitelikte idi. Bu gerçekleri gördükten sonra, 12 Eylül 1980 darbesinin Türkiye’yi nasıl geri götürdüğü ve Türkiye’de nelere mal olduğu daha açık şekilde ortaya çıkmaktadır.
İzmir/Uzun Ada’dan, Ankara Dil ve İstihbarat Okulu’na nakledilen Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve yakın çalışma arkadaşları, en sonunda 23 Nisan 1981 günü Ankara, Mamak 4.Kolordu Garnizonundaki 1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ndeki görülen ilk duruşmada hâkim karşısına çıkarılacakları ilan olundu.
Bizler de, gençliğin o heyecanı ile o günü iple çekmeye başladık, ama içeri nasıl girebileceğimizin de ince hesabını da yapıyorduk. 1980 öncesi, Yeni Devir ve Milli Gazete ’de müstear isimlerle yazılarım çıkıyordu. Bu nedenle, Milli Gazete de bana, gerçek basın kartının ebat ve rengini hiç aratmayan özellikte bir gazete basın kartı vermişti. Onu da yanıma alarak yola koyuldum. Nizamiye kapısında herkes tek tek içeri alınıyordu. Ama çoğu kişi de eli boş ve çaresizlik içerisinde geri dönüyordu.
Tam sıra bana gelmişti ki, oradaki görevli asker, birçok soru yöneltmeye başladı bana. Ben de kimlikle birlikte Milli Gazete basın kartını uzattım kendisine. Birkaç metre ileride duran komutanına basın mensubu olduğumu iletti, o da karta bakmaya ihtiyaç duymadan içeri alınmamı emretti. Bunun üzerine arkama bakmadan içeri girdim. Duruşma salonuna giderken, yol boyu siyasi mahkûmların marş sesleri yeri-göğü inletiyordu.
Derken salona girdik ve heyecan iyice doruğa çıkmıştı. Başsavcı, çatık kaşlı Albay Nurettin Soyer, 49-50 sayfalık iddianameyi okumaya başladı. İddianameyi okurken ses tonundan ve kelimeleri okurken zorlanmasından, fazla kitap ehli olmadığını rahatça anladım. Çünkü iddianameyi okurken bayağı zorlanıyordu. Arka sıralarda Yahyalı Hacı Hasan Efendi(KS) de ağzıyla dualar okuyordu ki, bu durum duruşma hâkimi Kayhan Özden Bey’in dikkatinden kaçmadı ve izleyenlere seslenerek, “böyle devam ederse, izleyicileri dışarı çıkaracağım” şeklinde üstü örtük aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyordu.
Bu arada, daha sonraki duruşmalara da benzer şekilde rahatça katılma imkânı buldum. Böylece tarihe not düşülecek o duruşmalarda yer almanın haklı gururunu yaşama imkânım oldu.
Duruşma Hâkimi Kayhan Özden Bey ile Prof. Dr. Necmettin Erbakan arasında ses bantlarının çözümü konusunda ilginç bir diyalog yaşanmıştı mahkeme salonunda. Hâkim Özden Bey, çok sert ve asabi bir ifade ile Erbakan’ın savunmasını eleştirirken; ”yani demek istiyorsun ki, dışarıda adınıza sahte stüdyo kurulmuş ve sahte bant üretilmiş, bunlar da bu stüdyonun ürünü mü demeye getirmek istiyorsunuz” demesiyle birlikte mahkeme salonunun sac kaplamalı tavanı adeta çökecek gibi seslerle ve uğultularla ikili arasından yaşanan diyaloğu bir bıçak gibi kesti.
Mahkeme başkanı çaresiz duruşmaya ara vermek zorunda kaldı. Dışarı çıktığımızda, sadece mahkeme salonunun üzerinde öbekleşmiş bulutları gördük. Dolu sadece mahkeme salonu üzerine yağmıştı. Bu olay hepimizde şaşkınlığa neden olmuştu.
Aradan yıllar geçti. Duruşma hâkimi Kayhan Özden Bey’i Kızılay’da gördüm. Simasından hemen tanıdım kendisini. Yanına yaklaştım ve gayet nazik bir ifadeyle Kayhan Bey olup olmadığını sordum. “Evet, o ünlü Mamak Mahkemesi’nin hâkimi bendim” dedi. Ona mahkemeyi ve özellikle dolu olayını hatırlatınca, “ya, ya” demesiyle yüz ifadesinin bir anda değiştiğini gördüm. Belli ki, kendisi de o olaylardan çok etkilenmişti. Onun yüzünden birçok şeyin nedametini de hissettim doğrusu.