1934-1944 yılları arasında Türkiye’de Papa’nın Temsilcisi (ApostolicDelegate) olarak görev yapan Kardinal Angelo GiuseppeRoncalli, 1958 yılında St. John XXIII unvanıyla Papalık makamına atandıktan sonra, ilk dinler arası diyalog çalışmalarını başlattı. 1962 yılında topladığı II Vatikan Konsili, 1963’teki kendi ölümünden sonra, 1965’te “NostraAetate” bildirisini yayınladı.
Vatikan’da “NostraAetate” ile yapılan diyalog çağrısında, Hz. Muhammed (S.A.V.) ve Kur’an-ı Kerim’e atıfta bulunulmadığı, bunun yerine, “Kiliseyi tanıma fırsatı olmayan Müslümanların da kurtulma imkânı olduğu” belirtilmiştir.
Keza NostraAetate’de yer alan bir ifadede; “İbrahim’in inancında olduklarını ifade eden” (theseprofesstoholdthefaith of Abraham) cümlesinden de anlaşılacağı üzere; “Hıristiyanlar dışındakilerin, yani Müslüman ve diğerlerinin, Hz. İbrahim’e olan inançlarını bir iddia olarak değerlendirdikleri” vurgulanmaktadır.
Burada asıl vurgulanması gereken şey, Vatikan’ın İslam dinini zaten direk muhatap kılmamasıdır. Gülenist hareket, Hz. İbrahim vurgusundan hareketle, Türkiye’de Vatikan’ın ortaya koyduğu ve Müslümanlar tarafından kabul edilmesi asla mümkün olmayan sakat düşünceler üzerine diyalog çalışmasını başlatmıştır.
KADİP Platformu’nun 2000 yılında Urfa’da ve 2003 yılında Mardin’de düzenlediği sempozyumların “Hazreti İbrahim-Ortak Atamız” başlığıyla olması Vatikan’ın öne sürdüğü “NostraAetate” ruhuna uygun olduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. KADİP’e göre ise; Vatikan’da 1960’lı yıllara kadar hâkim olan, “Kilise dışında kurtuluş yoktur” ifadesini, Gülenist hareket, diyalog çalışmasını daha rahat ortaya koyabilmek amacıyla “NostraAetate”deki yanlış çeviri ve yorumla sanki artık, “Kilise dışında da kurtuluş vardır” ifadesini kullanması dikkat çekicidir. Hâlbuki Vatikan, Hıristiyanlık dışında bir kurtuluşun olduğuna dair hiçbir emare kullanmamaktadır.
Dinler arası Diyalog çalışmasının özellikle Türkiye ve Pakistan’da başlatılması dikkat çekicidir. Fethullah Gülen’in, ABD’de rahat faaliyetlerde bulunabilmesi için sağlanan ortamın bir benzerinin de Pakistanlı Muhammed Tahir ül Kadri için Kanada’da oluşturulması asla tesadüfî olamaz. Fethullah Gülen, ABD’de belirli güçlerin tavassutu ile sürekli ikamet izni alırken, Muhammed Tahir ül Kadri de, belirli güçlerin tavassutu ile Kraliçe II. Elizabeth’e bağlılık yemini ederek Kanada vatandaşlığını elde etmiştir.
Gülen, küresel çapta altın nesil yetiştirecek “Işık Okulları”nı kurarken, Tahir ül Kadri de, 1981 yılında Lahor’da “Minhajul-Qur’an”ı kurmuştur. “MinhajulQur’an”a bağlı olarak, Minhaj Eğitim Cemiyeti tarafından Pakistan’da beş yüz yetmiş okul, Pakistan dışında dünyada doksan ülkede sosyal, eğitim, kültürel, manevi faaliyetlerde bulunmak amacıyla okullar ve kolejler kurulması manidardır.
Muhammed Tahir ül Kadri ile Fethullah Gülen’in “Diner ve Kültürler Arası Diyalog” kapsamında aynı amaçlar doğrultusunda faaliyet sürdürmeleri ve sürekli olarak dinler arası diyaloga atıfta bulunmaları üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu olsa gerek.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti, İran ve Hindistan (Pakistan bağımsızlığından önce) en yoğun Batı misyonerlik faaliyetlerine sahne olan ülkeler idi. Bu misyonerlik faaliyetlerinin gerisinde dönemin emperyalist ülkeleri yer almaktaydı. Misyonerler, yoğun çalışmalar sonucunda insanları kendi politikalarının içine çekmeye çalışmışlardır.
Şimdi ise, misyonerlik faaliyetlerinin dinler arası ve kültürlerarası diyalog platformları adları altında sürdürülmesi dikkat çekicidir. Türkiye, Pakistan ve Mısır başta olmak üzere birçok Müslüman ülkeye yayılmış olan bu faaliyetlerin, özellikle Türkiye, Pakistan ve Mısır’da büyük potansiyele ulaşmış olduğunu göz ardı etmemek gerekmektedir.
Türkiye’de yaşanan son dramatik gelişmelerden nasıl bir ders çıkarılacağı ise doğrusu merak konusudur. Yıllardan beri bu harekete destek veren iktidar ve muhalefet mensuplarının şapkalarını önlerine koyarak vicdan muhasebesi yapmaları gerektiği kanaatini taşıyoruz.
Sadece, “aldandık, Allah bizi affetsin” ve “ üst akıl” vurgusu yapmakla, soruna çözüm getirmek mümkün değildir. Dışardan devşirme olan bu faaliyetlerin “inine kadar giriyoruz” söylemi de pek tatminkâr olmasa gerek. Asıl yapılması gereken, “üst aklın inine girmek” olsa gerek.